29 Aralık 2011 Perşembe

VAN GOGH UN MÜZİĞİ

Evde kanepede uzanmış Van Gogh un kardeşi  Teo ya yazdığı mektuplar ı okuyordum. Van Gogh, başlangıçta papaz olmak istermiş. Kilise, onu maden çıkaran bir köye gönderir, halka Hiristyanlığı anlatmak, onlarla yaşamak üzere… köylüler bütün gün yerin metrelerce dibinde, zor koşullar altında çalışıyor, kömür çıkarıyor ve ancak ekmek, patates yiyerek karınlarını doyurabiliyorlarmış.

Van Gogh bunun üzerine köylülerle beraber maden ocağına iner, onlarla beraber çalışır, maden çıkarır, geçimini madenden sağlar …. Bir süre sonra kiliseden iki papaz onu denetlemeye geldiğinde  Van Gogh madende çalışmaktadır. İki papaz akşama kadar çıkmasını beklerler. Onu yüzü gözü karalar içinde görünce, çok sinirlenirler, kızar, azarlarlar :

-        - Siz Tanrı nın bir görevlisi olarak halkla aynı işi nasıl yaparsınız?  Biz sizi buraya onlara hiristyanlığı anlatmak için gönderdik, siz ne yapıyorsunuz ? diye öfkelenirler …
Van Gogh:
-          -  Peki karnımı nasıl doyuracağım? tabi ki onlar gibi çalışıp para kazanmalıyım,
-         -  Onlar sizi besleyecek,
-          - Ne karşılığında?  
-          - Sizin onlara anlattıklarınız karşılığında,
-      - Yapamam, ne zor koşullarda çalışıyorlar, onlardan bunu isteyemem, eğer Tanrı bunu istiyorsa bence Tanrı yoktur, der …

Van Gogh kardeşi Teo ya işi bıraktığını ve artık Tanrı ya inanmadığını yazar. Bir sanat galerisi için çalışmaya başlar, fakat yapılan resimleri beğenmez nedense … kendisi resim yapmaya karar verir, iyice yetkinleşince Hollanda yı köy köy dolaşmaya, elinde boyaları, şövalesi açık havada resim yapmaya başlar.

O güne kadar ressamlar din kitaplarından esinlenerek kapalı alanda resimler yapmışlardır. Van Gogh a göre resim yapmak bu değildir… çıksınlar dışarı, rüzgarda, güneşte, yapsınlar… ne eziyetler çekiyorum bilemezsin, der … ışığı kaybetmemek için hızla resim yapıyorum, bir anda rüzgar çıkıyor, paletim, boyalarım uçuyor …. Şövalem, resmim hepsi saçılıyor, şapkam uçuyor … kızgın güneşin altında, sivrisinekler etrafımda uçuşurken resim yapmak kolay mı? Rahatları yerinde İncil i okuyup okuyup meleklerin resmini yapıyorlar, nerde o melekler, ne anlamı var yaptıkları resimlerin? diye sorar…

Bir mektubunda “Bir gün insanlar resimlerime baktığı zaman benim duyduğum müziği duysunlar, tek dileğim bu”, der Teo ya…. “Üstelik, öyle bir köye geldim ki sanki kuyumcunun biri göğe zümrütlerini, pırlantalarını saçmış, gökyüzü ışıl ışıl” der ….

Kanepede uzanmış bu satırları okurken kafamı kaldırdım, duvarda “Starry Night 1889” diye adlandırdığı  tablo duruyordu …. Tam da duvardaki resmi yaparken yazmış bu satırları …. kitabı yere bıraktım, ayağa kalktım, tabloya baktım:  renkler, fırça darbeleri,  yıldızlı gökyüzü…. Gözlerimi kapadım, Van Gogh un duyduğu müziğe kulak verdim, duyuyordum hemen yanı başımdaydı sanki…

Yıllar sonra Boston Güzel Sanatlar müzesinde Van Gogh un eserlerinin sergilendiği salondaydım. Müzelerde eserlerin tadını çıkarmak için arkalıksız deri koltuklar koyarlar, o koltuklardan birine oturdum. Tam karşımda Van Gogh un elleriyle yaptığı portresi vardı, şapkalı…. hani o rüzgarın alıp götürdüğü şapkası…. Gözlerine baktım, duyduğu müziğe kulak verdim, doya doya ağladım …


7.10.2010

ŞİİR NE İŞE YARAR?

Sütten daha çabuk büyütür hayaller çocukları
Üstelik öyle kupkuru da değil
Çikolatalı bir tadın olur sözgelimi ....

Milyonlarca satırın, söylemin, kişisel gelişim kitaplarının yerini tutmuyor mu bu şiir ?  

Çocukken okuduğum o renkli kitaplar beni oturduğum bir minderden taaa uzak diyarlara götürürdü. Dünyayı merak ederdim okudukça, resimlere baktıkça hayal eder, dev ağaçların olduğu ormanlarda gezer dolaşır, kötülerle savaşır, gemilere biner, denizler aşar, yeni yeni  limanlar keşfederdim.

Bana bunu sağlayan birinci sınıf kağıda basılmış hikaye kitaplarıydı,  bir sayfası öykü, bir sayfası resim olan kitaplar... Bir yerde okumuştum çocukluk insan yaşamının anavatanıdır diye... hayallerin çoğu çocukken kurulur, boşuna değil... yaşamımız boyunca o hayalleri anımsayıp gülümseriz, bazılarımız onları gerçekleştirmek için yaşar belki de....

Bu yüzden eğitim önemlidir, aile içinde, okullarda çocuğun hayal gücünü geliştiren bir eğitim mi, yoksa hayallerine ket vuran bir eğitim mi uygulanıyor acaba?

Ezber olan eğitim hayalleri söndüren, hayal kurmaya fırsat tanımayan eğitimdir. İnsana düşünme özgürlüğü tanımaz, en iyi ezberleyen en yüksek notu alır. Bu tür eğitimler otoriter düzenlerde kabul görür, uygulanır, teşvik edilir. Hayal kurulmasına izin verilmez, hayal kuran vatandaşa ihtiyaç yoktur çünkü. Otoriteye düşünmeden boyun eğen vatandaş gereklidir, çünkü o vatandaş değil kul olmalıdır, gerektiğinde itaat edecek, gerektiğinde alkışlayacak, gerektiğinde kendini feda edecek.

Bunun tersi eğitim, insandan korkmayan, onun hayal gücünü teşvik eden bir sistemdir. Bu eğitimin yer aldığı toplumlarda aileler de çocuklara fırsat tanıyan ailelerdir. Çocuğun gelişimi  desteklenir, sözüne, varlığına güven duyulur. İnsan olmak önemlidir, herkesin fikri önemlidir çünkü, kişiler birbirini dinler, karşılıklı sevgi ve saygı vardır, korku yoktur. Fikirler ne kadar aykırı olursa olsun kavga yerine hoşgörü vardır.

Yaratıcılık, teknoloji, bilim ve sanat bu tür toplumlarda gelişir, her birey kendini ifade etme yolunu eninde sonunda bulur. Hayaller bu toplumlarda asla küçümsenmez, gelişmesi için her insan üstüne düşeni yapar ve şiirler boşuna yazılmış olmaz ....     


28 09 2011


SANAT BU İŞE YARAR

                          
Bu günkü Doğan Hızlan ın yazısından küçük bir alıntı yapıyorum:
             
Ünlü Fransız ressamı Fernand Leger, Renault fabrikasına bir öneride bulunuyor. İşçi yemekhanesine bir resmini koymaları için. O sırada ressam, işçi resimleri yapıyor.

Yönetim bu öneriyi benimsiyor, yemekhaneye bir resmini asıyorlar. Yemek yiyen işçilerden buna dair tek bir yorum, görüş alamıyorlar. Yönetim bunu ilgisizlik sayıp, resmi duvardan indiriyor. O gün yemekhaneye gelen bütün işçiler, nereye götürdünüz bu resmi diye tepki gösteriyorlar. Ve resim yeniden duvara asılıyor.
             
Ailece uzun yolculuklar yaptığımızda Vivaldi veya Mozart eşliğinde yollar kat etmeyi çok severim. Arabanın arka koltuğunda bir kız ve bir erkek çocuklarım vardı hep. Yol boyunca ikisinden de ses çıkmaz, sanırım müziği dinlerlerdi. Artık uzaklardalar, dün kızım bana bir mail adresi göndermiş, tıkladım, Vivaldi nin dört mevsimi.... dinledikçe mutlu oluyorum, onu arka koltuktaymış gibi hissediyorum .... küçük bir not düşmüş:
             
“Annecim sokakta yürürken genç bir delikanlı keman çalıyordu, kulak verdim “Vivaldi nin dört mevsimi” durup dinledim, yolculuklarımız geldi aklıma. Sen ısrarla bu müziği dinlerdin, meğerse ne güzel bir müzikmiş bu ..... sabahtan beri kulaklarımda çalınıyor, odama geldim, internetten buldum seninle paylaşayım dedim”
             
Ben de sizinle paylaşmak istiyorum, insan ne ekerse onu biçermiş gerçekten ....
             
            
20 Eylül 2011



SANAT NE İŞE YARAR

Sabah erken uyanıp hazırlanıp koşarak durağıma geldim, kimseyi görmeyince durakta, eyvah dedim, otobüsü kaçırdığımı düşündüm. Saatimin pilini yakın zamanda değiştirmeme rağmen geri kalıyor, beni şaşırtıyor. Evin saati de 5 dakika ileri sanırım. Ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım, bekledim meğerse durağa erken gelmişim, servis köşeden göründü ve insanlar durağa tek tek gelmeye başladılar, rahatladım. Yoksa işim zordu....


Yolda bir dergi okudum ünlü Afgan kızı resmini çeken fotoğrafçı hakkında, kodochrome diye bir film piyasadan çekiliyormuş. Adam fabrikadan rica etmis "Son filmi ben kullanayım, ben resimler çekeyim" diye ve son filmi ona vermişler. Çektiği resimlerin bir konusu olsun istemiş, dünyanın dört bir yanından ünlü portreler çekmiş. Türkiye den Ara Güler i seçmiş örneğin, onu İstanbul un gözü olarak tanımlıyor. Dijital makinayla çekilen resim belki mükemmel olabilirmiş ama bu filmle çekilen karenin renkleri mutlaka mükemmel olurmuş. Ne güzel tanımlamış değil mi ?


Eee her işin bir uzmanı vardır, fotoğrafı ona sormalı.... yıllar önce Afganistan da bir kampta çalışıyormuş çocukların sesini duyunca çadırından çıkmış, onları izlemiş. Bir çadırın önüne geldiğinde Afgan Kızını görmüş, adı Sherbet imiş, basmış denklanşöre yıl 1984. National Georaphic dergisinin kapağı olmuş. Fotoğraf deyince akla tabi ki Steve gelecektir artık, soyadı neydi unuttum, iyi mi ? Binlerce kare daha çekmiş, filmleri giysisinin iç kısmına dikip iliştirerek çıkmış sınırdan, Afganistan da neler oluyor onun resimleriyle öğrenmiş bütün dünya.


Son çektiği fotoğraflar 4 Eylül e kadar İstanbul Modern de sergilenmiş, yazık kaçırdım ....

  
6 Eylül 2011

28 Aralık 2011 Çarşamba

YAŞAR

Geçenlerde, fabrikanın bahçesindeki pastaneye gittim, arkadaşım Dilek le merhabalaştık… baktım, duvar dibinde bir masada bahçıvan Yaşar oturmuş, cevizli baklava yiyor, daha önce de görmüştüm çok seviyor bu tatlıyı herhalde…. Dilek in yanaklarından öptüğümü görünce yakalanmış gibi başını eğdi, cevizli baklavasına döndü, çatalını batırdı, cevizli baklava çatladı ortasından, dağılıp çıtırdadı tabakta….
-          Yaşar sen de mi buradasın? gel seni de öpeyim, dedim.
-          Yok abla, benim dişim ağrıyor, dedi yüzünü buruşturarak, dayanamam … yazık, bir eliyle yanağını tutmuş, bir eliyle de çatalını batırmaya, yemeye çalışıyor.
-          O zaman alnından öpeyim,  öptüm, utandı. Pastanenin sahibi Ahmet bey karşısında oturmuş gülüyor, bir yandan da:
-          Çok mu ağrıyor la ? diye takılıyor.
Sonunda Yaşar gücendi, dayanamadı, ağlamaklı:
-          İnşallah senin de ağrır Ahmet abi, o zaman görürsün ne çektiğimi…
Onun acısına değil ama sözlerine güldük tabi…   

Bahçede yürüyüş yaparken rastlarım hep Yaşar a,  bahçenin bir ucundan bir ucuna elinde kazma kürekle dolaşır durur. Onun tek başınalığı beni çok etkiler, iki yıl önce ayağım kırıldığında hep beni ziyaret eder öğütler verirdi:
-        Basma ayağına, gelme işe, canının kıymetini bil abla, derdi. Benim de ayağım kırıldı,  işten atarlar diye topallaya topallaya ayağım alçıda işe geldim. Ondan beri düzelmedi ayağım bak, topallayışım ondandır, derdi.
Tostoparlak kısa boylu bir adam, iki gözü birbirine o kadar yakın ki, insan ilk bakışta şaşı sanar ama değil. Önce çekingen sonra konuşkan,  samimi bir adam. Soğukta çınarların altında çalışırken görünce bere ördüm ona, sevindi ama bir kez giydiğini görmedim nedense….

Bir süre sonra, yine pastanede Dilek le oturmuş, çay içiyoruz. Kapı açıldı, bayramlık harçlığını almış mutlu bir çocuk gibi biri daldı içeri, doğru cevizli baklavanın olduğu tezgahın önüne gitti, şen şakrak bir sesle :
-          Cevizli baklavadan iki dilim istiyorum, dedi .
 Döndüm baktım,  aaaaa Yaşar ….
-          Yaşar! nasıl oldun?
-          Çok iyiyim abla,
-          İyileştin mi ?
-          Heee çektirdim, kurtuldum, dedi gülerek.

Yüzünden mutlu olduğu öyle belliydi ki, kuşlar gibi cıvıldıyordu sanki…. Halbuki onu son gördüğümde, Yaşar bir daha asla gülemeyecek herhalde demiş, üzülmüştüm. Nerdeyse zıp zıp zıplayarak elinde cevizli baklavasıyla hiç arkasına bakmadan koşarak çıktı, gitti …..  

21 12 2010

27 Aralık 2011 Salı

ERTUĞRUL GÜNAY NE YAPACAK ŞİMDİ ?

Bir haftadır çok saygı değer AKP kültür bakanı Ertuğrul Günay dan, Kars taki “İnsanlık anıtı” adlı heykel için, başbakanın ucube demediğini dinledik.  

Adam kırk dereden su getirdi  “Demedi, heykel için demedi, şunu demek istedi” diye erkek gibi açıklamalar yaptı. Aslında demek istiyordu ki :
“Bunu da yutun ne olur ki, altı üstü bir heykel, neler yutmadınız, yutun işte, duymamış olun. Güzel güzel gidiyoruz bakın, bu güne kadar kimler ne potlar kırmadı, hem ben bu ülkenin kültür bakanı olduğum sürece korkmayın şeriat meriat gelmez, ben teminatım…. ”  
sonunda öyle inandıki açıklamalarına yüzü kızarmadı, dinlerken benim yüzüm kızardı…  Ben ne yaptım ki?

Efendim tam inanmak üzereydik. “Demedi ayol koca başbakan dememiş işte, biz ne duyduğumuzu bilmiyoruz, Türkçe bilmiyoruz, Türkçe anlamıyoruz, ne hale geldik, kendi dilimizi anlamıyoruz filan, kafamız karışık, herhalde yanlış anladık" derken bir şey oldu:

Arap dünyasının şeriat önderlerinden ödüller almış, kadın erkek her şeriatçının kalbini fethetmiş, içmiş kadar hoş olan başbakan “Dedim” dedi. “Heykele ucube dedim”.

Ayol AKP bakanı olmak ne zor. Bence eli değmişken başbakanın Ertuğrul Günay a “yılın en iyi kıvıran bakan ödülü” vermesi gerek, hak etti !  
Ne zordur, birinin avukatlığına soyunmak!  nerden bileceksiniz, bir eliniz yağda bir eliniz balda, asıl Ertuğrul Günay a yazık !
Kolay mı millete “şunu demek istedi, bunu demek istedi” diye açıklamalar yapmak , aldığı maaşı hak etmek..

Ertuğrul Günay şimdi ne yapacak, hangi deliğe kaçacak çok merak ediyorum …. 70 milyon yanlış duymuştu hani? Bir haftadır başbakan şunu dedi , bunu dedi diye milli servet sayılan çenesini boşa yormuş demekki…. Adam “dedim” diyor. Hadi bakalım, heykel yıkılır mı yıkılmaz mı bilmiyorum, ben en çok Ertuğrul Günay ne yapar onu merak ediyorum.

Bu Ertuğrul Günay ın son şansı, insan dediğin onurlu olur, onurunu kurtarmak istiyorsa istifa eder, ben olsam istifa ederdim…
Ne olunca istifa edilecek, bu da mı yetmez ?   

Not:
Efendim merak eden varsa; Ertuğrul Günay yerinde duruyor, heykel yıkıldı ne yazık ki.... çünkü bu ülkede sanata saygı erozyona uğramış, onur bedava... 

CANIM ERDAL EREN

Dün 13 Aralık 2010 du… tam 30 yıl önce bu ülkede 17 yaşında bir çocuk, yaşı büyütülerek asıldı, adı Erdal Eren… öldürülen asker, yakın menzilden bir kurşunla öldürülmüş, Erdal Eren se uzaktaymış o anda, yine de suçlu olduğu iddia edildi ve yaşı büyütülüp asıldı…

17 yaşımı düşünüyorum... Lisedeydim, matematik öğretmenimize sınıfça aşıktık, hocamızın adı Oğuz bey, soyadını unutmuşum, hayret…. Matematikte olağan üstü başarılar peşinde koşuyoruz, sınıfça yarışıyoruz kız, erkek….  çünkü hocamız çok yakışıklı, onun gözüne girmek hayattaki en büyük amacımız ….

Yazdığım şiirler sınıfta elden ele dolaşıyor, hiç biri yok elimde şimdi, kim bilir nerdeler ... nasıl olsa yazacaktım daha binlercesini …. Hiç te öyle olmadı ne yazık ki….  her şey bana ilham veriyordu, gördüğüm her çiçek, her böcek, her güzel insan... Böyle küçük şeylerden mutlu oluyorduk işte …
Sınıfça sinemaya gidiyoruz, basketbol turnuvaları, doğum günü kutlamaları, voleybol maçları filan….

İşte o günlerde ülkemde bir yerde Erdal Eren diye bir çocuk, masum olmasına rağmen asılmaya gidiyordu….

Canım Erdal Eren,
Yaşasaydın eğer benim yaşımda olacaktın… haydi o güzel ince boynuna kıydılar, peki ya annene nasıl kıydılar?
Anneni kim teselli etti, annen hala yaşıyor mu ?  bunu düşünüyorum….
Anneyim çünkü ve düşündükçe en çok annene üzülüyorum ….
Senden sonra ne yaptı ,
Kimi okşadı,
Ne yemek pişirdi ,
Nasıl uyudu, nerelere gitti merak ediyorum ….          


14 Aralık 2010

EN GÜZEL ROMAN

“Sizce son yüzyılın yazılmış en güzel romanı hangisidir?”  diye sorulunca Yaşar Kemal, Erich Maria Remarque nin  “Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok” romanının adını vermiş.  
Remarque gençliğinin ilk yıllarında köy öğretmenliği yapmıştır. Okumaya düşkün olan Remarque gittiği yerlerde büyük düşünceler ileri sürmekte, öğretmenleri bile onu dinlemeye gelmektedirler. Yaptığı konuşmalar yüzünden öğretmenliği tehlikeye girer. Öğretmen yardımcısı,  Remarque nin Kızıl ayaklanmalara katılan bir Spartakist olduğunu yaymaya çalışır. Remarque, “Spartakistlerin hareketlerine hiç katılmadım, bunu belgelerle kanıtlamak zorundasınız” diyerek kendini savunur. 
Yirmibir yaşında öğretmenlik görevini bırakır ve çeşitli işlerde çalışır. Batı Cephesi romanını bastırmak için bir çok yayınevine kopyalar gönderir. Nihayet bir yayınevi kitabı basmayı kabul eder. Her gün yüzlerce okur mektubu, Remarque nin yazdıklarını doğrular ve savaşın tıpkı böyle bir şey olduğunu söyler. 1929 yılında kitabın satışı yarım milyonu aşarak rekor kırar, ertesi yıl bütün dünya dillerine çevrilir.   
Remarque, savaş karşıtı hümanist bir yazardır, yaşadığı dönemin sorumluluğunu romanlarında yerine getirmiş, insan sevgisinin yok edildiği bir ortamda insanlığa olan umut yitmesin diye adeta haykırırcasına kitaplar yazmıştır. Buna rağmen Naziler iktidara gelir gelmez ülkesini terk eder ve otuz yıl Almanya ya gelmez.  Naziler kitaplarını yakar, kız kardeşi Elfriede yi siyasi suçlu olarak idam ederler.  
Soruya ben yanıt verseydim eğer - henüz okumadığım binlerce kitap olmasına rağmen-  bu güne kadar okuduklarım arasında oyumu Yaşar Kemal in İnce Memed i için kullanırdım. İnce Memed Türk edebiyatının bir destanı, bir ağıtıdır... Anadolu insanlarının hikayesini anlatır, geri kalmışlığını, cesaretini, sevgisini, acısını tek tek ortaya koyar. Dört cildi bir çırpıda okuyup bitirebilirsiniz, karakterleri o denli canlıdır ki onları Çukurova da hala yaşıyor sanabilirsiniz ...   
Bir şey daha merak ediyorum, acaba bu kitabı ana dili Türkçe olan kaç kişi okumuştur ?  
Düşünün ki bir ülkede adamın biri sizin dilinizde bir kitap yazıyor her on yılda bir, bir cildini tamamlıyor, şimdilik bu kitap dört cilt, dolayısıyla yazımı bile 40 yıl almış. Belki önümüzdeki yıllarda Yaşar Kemal bu da beşinci cilt diye önümüze İnce Memed 5 diye bir kitap koyacaktır, kim bilir ?    
Doğrusu tüm zamanların en iyi kitabını yazan bir yazarın dilini konuştuğum ve anladığım için mutluyum... 

5 Ağustos 2011



26 Aralık 2011 Pazartesi

BİZ KADIN OLMAKTAN MUTLUYUZ

Karanlık kalpliler her fırsatı sonuna kadar değerlendirmeyi çok iyi bilirler, sürekli pusudadırlar, her türlü aydınlığa, sevgiye kapalıdırlar. Sizin en masumca söylenmiş sözleriniz onların mantık süzgecinden geçerken türlü pisliklere bulaşarak geçer ve öyle bir sonuç çıkarırlar ki akıllara zarar verir. Maalesef bu tür insanların ıslah olması mümkün değildir. Yaşamları boyunca negatif enerji yüklendikleri için ne eğitim paklar bunları, ne gezmek, ne görmek...  

TBMM de kadın milletvekillerinin pantolon giymesi tartışılırken Vakit gazetesi yazarı Nusret Çiçek öyle sözler sarfetti ki aslında ne kadar zavallı, ümitsiz, insan olmaktan uzak olduğunu da ortaya koydu. Ne dedi bakalım : “Sokaklarda dar pantolon giyen kadın popolarındaki iğrençlik Meclis e taşınmış olacak.” Buyurun bakalım, neresinden tutup ne demeli ?

Aydın insan, insanları kadın ve erkek diye ayırmaz. İnsanı insan olduğu için sever ve sayar, insanlık için çalışır, kendini evrenin bir parçası olarak görür, kimseden üstün görmez. Maalesef aydın olmak için emek vermek gerekir okumak, araştırmak, düşünmek, ön yargılardan kurtulmak, yorulmak, çalışıp didinmek gerekir. Oysa bu tür akıldışı fikirler edinmek için insanın duyduğu her şeye inanması, etrafta gördüğü resimleri kendi dünya görüşüne göre anlamlandırması, hiç yorulmadan okumadan aptalca sözlere kulak vermesi yeterlidir. Bu şerefsizler her seferinde bir adım daha ileri gidip bizi kafalarındaki şablon kadınlara ve o düzenin savunucusu insanlara dönüştürmeye, korkutmaya çalışıyorlar.

Madem ki Tanrı ya inandıklarını söylüyorlar, Tanrı nın yarattığı bir şeye nasıl iğrenç dersiniz ? Eğer iğrenç buluyorsanız Tanrı ya nasıl inanıyorsunuz, neden bakıyorsunuz? madem ki kadınlar iğrençtir neden kadınlarla beraber olup çoğalıyorsunuz ? Siz hiç poposuz kadın ya da erkek gördünüz mü ?

Bence iğrençlik, dünyadaki güzelliklere bile iğrenç diyen sizin o küçük beyinlerinizin karanlığındadır, gece gündüz etrafa yaydığınız düşmanca duygularınız, iyi ile kötüyü sürekli karıştırıp toplumu hızla ayrıştırma çabanızdır. Vasıfsız bir insanın bile sarf etmeyeceği bu sözlerin bir gazete yazarına ait olması büyük bir talihsizliktir. Sıkı dur ve dinle hayasız !   

Evet popolarımız var ve bundan mutluyuz, evet göğüslerimiz var ve bundan da mutluyuz, evet erkeklere bedensel olarak benzemiyoruz naifiz ama gücün eğitimde ve akılda olduğunun farkındayız. Bu yüzden eğitimle güçlenip kendi hayatımızı başkalarına muhtaç olmadan kazanabiliyor ve çocuklarımıza gerekli eğitimi vererek onların da kendi ayakları üzerinde durmaları için elimizden geleni yapıyoruz, bundan da mutluyuz, evet çatalımız var bundan da mutluyuz, çünkü biz kadınız ve hatta dişiyiz. Tanrı nın bize bahşettiği, bizi kadın yapan her uzvumuzla son derece barışığız, vakti gelince kendi seçtiğimiz ve sevdiğimiz bir erkekle yatmaktan, onunla mutluluğumuzu çoğaltacak bebeleri dünyaya getirmekten, doğurganlığımızdan da mutluyuz.
 
Ne yaparsanız yapın hiçbir deliğe kaçmayacağız, sizin bize dayatacağınız  bir dünyanın değil, kadın ve erkeğin omuz omuza çalıştığı, bilimin ve aklın egemen olduğu bir dünya kurma peşindeyiz. Bağımsız, özgür ve onurlu bir hayatı düşleyeceğiz. O hayat ki bizden iğrenecek kafalarla değil bizimle olmaktan onur duyacak erkeklerle güzel dünyalar yaratacağımıza inanıyoruz.

Dünya durdukça dünyadaki güzellikleri alnımızın teriyle kazanmaya devam edeceğiz, güzel çocuklar doğurup yetiştireceğiz ve güzele güzel, çirkine çirkin, doğruya doğru, eğriye eğri diyecek kadar cesur olacağız, hiçbir koşul altında sizin gibi iki yüzlü sahtekar olmayacak, ruhumuzu satmayacağız...  

24 Ekim 2011


BENİ KİMSE YÖNETEMEZ

Toplumsal hayata yön vermek için iki yol vardır:  Birincisi bilimden geçen yol, ikincisi bilim dışı yol….  

Birinci yolu seçerseniz, bilimden geçen yolu, okullarınıza buna göre ders programları koyar, ülkenin geleceğini oluşturacak nesiller yetiştirirsiniz …. Fen, fizik, kimya, matematik gibi temel bilim derslerine önem verir, yeni nesle daha çocukken gerçekleri araştırmayı, sorular sormayı öğretir, bu eğitimden zaten geçmiş olan öğretmenler çocukları düşündürmeye yöneltir, okumaya yöneltir, sinerji yaratılır, karşılıklı fikir alışverişleri öğrencilerin öğretmenlerin daha iyi kaynaşmalarını sağladığı gibi birbirlerini geliştirme fırsatları yaratılmış olur.  

Çocuklar daha çok spor yapmaya özendirilir, daha çok seyahat etmeye teşvik edilir, daha çok araştırmaya yönlendirilir, merakları uyandırılır, daha yaratıcı olmaları sağlanır…. yan yana yaşamanın gereği birbirlerine karşı daha saygılı, daha anlayışlı, hoşgörülü olmayı öğrenirler. Duygu ve düşüncelerini uygar bir şekilde iletmeyi, daha cömert olmayı, daha adaletli olmayı öğrenirler. Kendimizi iyi ve doğru bir şekilde ifade etmek için anadilimize hakim olmayı öğreniriz. Bizden önce yaşamış aydınların fikirlerinden yararlanır, bu fikirlerin üzerine kendi fikir ve düşüncelerimizi koyarak yeni yollar buluruz. Bütün bu uğraşlar daha aydınlık bir gelecek hedefi olan toplumun ekonomisine, fenine, bilimine, sanatına, turizmine, kültür hayatına yansır…. Herkes payına düşeni alır…. Ekonomik olarak daha bağımsız, daha özgür, daha adaletli bir millet yaratılmış olur…. 

İkinci yolu seçerseniz; bilim dışı yolu, dini öne çıkarırsınız. Rehberiniz kutsal kitap olur. Hangi dine hangi kitaba inanıyorsanız. Dünyada örnekleri var. Buna karşı çıkanlara şiddet uygularsınız. Şiddeti meşru kılmak için yasaları değiştirirsiniz. Anayasayı uygun hale getirirsiniz …. Özgürlükler hayal olur, kişisel özgürlükler tek tek yok olur…. Artık toplumsal düşünce önemlidir, kişisel düşünce, zevk yoktur. Toplum neyi uygun görüyorsa ona göre düşünmek, fikir bildirmek gerekir. Faili meçhul cinayetlerin günden güne arttığı görülür … Aydınlar, bilim adamları kim vurduya giderler, bombalanır, kurşunlanır, sebepsiz tutuklanır veya ülkeyi terk ederler. Kişisel yaşamlar tehdit altındadır …. En güzel yol susmaktır, başınız ağrımaz …. Susarsınız …. İşe gidip gelirsiniz …. Kafanızı kapatın derler kapatırsınız, dinsel motifler giderek hayatınızı daha çok işgal eder. Peygamber ne demiş, ne buyurmuş, nasıl yaşamış 1500 yıl önceki hayat bugüne model olabilir mi ? Karanlık hakim olur, aydınlık giderek uzaklaşır….  Bu düzenden beslenen egemenler iktidarlarını yitirmemek için daha çok dini sömürü yaparlar, yalan söylerler, hurafelerle uğraşmanızı sağlarlar …. Milletçe bir çemberin etrafında dönüp dolaşıp aynı yere gelinir ve bu çıkmazdan çıkmak için mucize beklenir ya da kadere razı olunur.

Çocuklar henüz ana okuldayken bir arkadaşlarıyla küsmüşlerdi. “Neden küstünüz?” dedim, “Bizi yönetiyor” dediler. “Bazı arkadaşlarımız kabul edebilir ama ben kimsenin beni yönetmesine izin vermem!” dedi biri…. İşte geleceğin güzel çağdaş Türk kadını bu, dedim ….

Bugün kafasını kapatmak için yarış halinde olan Türk kadını bir gün saçlarını savura savura gezdiği günleri özlemesin, çocuklarına anlatacak aydınlık hikayeleri kendi öz yaşamından seçmesin diye yazdım bu yazıyı. Bir varmış bir yokmuş demesin diye …. “Beni kimse yönetemez” diyen 5 yaşındaki çocuklardan model alsın diye yazdım ….

13 10 2010


TAI-Bir varmış bir yokmuş...

Hayat böyle bir şey, bir kapı kapanır yeni kapılar açılır, biz o kapılardan geçeriz, her yeni kapıdan geçerken yeni bir biziz artık, yeni düşünceler yeni insanlarla beraber hep yenileneceğiz....

TAI Anıtkabir de, Gülsen hanım ve Emel hanım ....


Türk kadını Atasına özgürlüğünü borçlu, onu hiç unutmayacak, hep izinde olacak ....

Kankalar, Setenay ve arkadaşı...

Ata ya vefa ....

TAI nin güvenlik elemanları, herkes Ata nın huzurunda, çünkü hepimiz varlığımızı ona borçluyuz ve farkındayız....

Yeni dostluklar başlar, devam eder ve insanın gerçek zenginliği oluşur zamanla...

TAI nin gülen güzel yüzleri, Demet, Satı, Hale ....



Ördekler nerede ?

Ethem abi, çalışkan, iyi insan, yardımcı, bahçede çok emeği var...

Bruno, Meltem II çalışanı, görevi bitince ülkesine döndü. Türkiye ye bir dolu önyargılarla gelirler ve hiç biri aynı yargılarla dönmez, çünkü yaşamak, deneyimlemek fikirleri değiştirir. Önyargı tehlikelidir, gerçeği bilmeyi kim istemez ?

Meltem II Ofisi, Didier ve Eric, candan bir vedalaşma sonsuza dek arkadaşız....


Ayşecik, belli ki bir yaz günü ve okul dönüşü, Ayşe nin öğretmeni saçlarını örmüş, çok yakışmış...

Gülsüm ve arkadaşı, bu resmi görecekler mi acaba ?


Nöbet bekler gibi o hep orada,  yüzlerce kuş konar, cıvıldaşır, iğde ağacı mutlu olur... kar düşer beyazlaşır, iğde ağacı sabırla bekler.... sonra güneş doğar, eritir bütün karları, iğde ağacı yeniden doğar .... ben ordan her geçişimde ona "iğde ağacım merhaba!" demişimdir. Bir gün ona yakın geçiyordum demedim, dalgındım demek ki... "hey merhaba" dedi, döndüm "merhaba" dedim ... "yoksa arkadaş değil miyiz ?" dedi, "hep arkadaşız iğde ağacım, kusura bakma..."

Bir yürüyüş esnasında, vahşi doğanın mucize güzelliği, kaçırmak istemedim.... renkler, desenler, tasarım, uyum hepsi bir arada, hayatta keşfedilecek daha ne çok güzellikler var , söyle çiçek en güzel sen misin ?


Jacques in çocukları, biri sünnet kıyafeti, diğeri prenses kıyafeti ile katıldılar Morgan ın veda partisine ....


Hanımlar...


Bruno ilk Türkiye ye geldiğinde kızı hastalandı, günlerce ateşi düşmedi, hepimiz telaşlandık, iyi haberler gelmeye başlayınca sevindik. Bruno nun güçlü kızı, babayla mutlu karelerin çok olsun...

Meltem II personeli...


Armağanlar Türk işi....

Çocuklar, dünyayı güzelleştiren varlıklar, hayatı yaşanmaya değer kılarlar....

22 Aralık 2011 Perşembe

CUMHURİYET GAZETESİ


Cumhuriyet gazetesini nedense bir günde okuyup bitiremiyorum, atmaya da kıyamıyorum. Ne emeklerle meydana getirilmiş, saklamak mümkün olsa… bu yüzden eski tarihli bile olsa vakit buldukça otobüste, kahvaltı ederken, birini beklerken veya dinlenirken okumaya çalışırım. En bilge arkadaşımdır Cumhuriyet gazetesi … bir dolu bilgiyle donanmış olarak zamanımı değerlendirmiş olurum. Yeni bir alışkanlık mı edinmek istiyorsunuz, haftada bir Cumhuriyet alın,  Cumhuriyet okumak üniversite okumak gibidir.

Yıllar önce birinci sayfanın alt köşesinde Uğur Mumcu yazardı...  ondan sonra o sütuna Mustafa Balbay yazdı, yazıyor… Allaha bin şükür henüz öldürülmedi, susturulmaya çalışılıyor ama bir türlü susmuyor. Silivri den yazıyor, kalemi paslanmıyor.  

Çok önceleri Hıfzı Veldet Velidedeoğlu yazardı ikinci sayfa üst sol sütuna. Hukuka olan ilgimi o yazılar uyandırmıştı. Daha sonra o köşeye Melih Cevdet Anday yazdı. Sürekli onu ziyaret eden bir arkadaşı vardı yazılarında, bilge bir arkadaşa sahip olmak ne güzel diye özenmiştim ona. Meğerse hayali bir arkadaşmış, Gani Girgin. Yazarken uydurduğu bir arkadaş, böylece onunla karşılıklı tartışır, yazılarını  sürükleyici bir hale getirirdi. Sadece yazar değil, şair, yaratıcı, düşündürücü bir filozof…. 

Orhan Veli nin önderliğini yaptığı Garip akımının öncülerinden biriydi. Üç arkadaştan en uzun yaşayanıdır Melih Cevdet Anday. Yaklaşık on yıl önce kaybettik, eceliyle ölen ender aydınlarımızdan biri oldu …. İlerde bu çağın filozofu olarak anılacaktır. İnsana felsefeyi sevdiren, düşündüren güzel yazılarından cevherler toplamak mümkündür. Bugün o yazıları kitaplaşmış halde bulabilir, yazının gücünü hissedebilirsiniz …  

Melih Cevdet Anday, klasikleri çevirmiş, Türkçe romanlar yazmıştır. Raziye adlı romanını tavsiye ederim. Türkçe nin bu kadar doğal ve güzel olduğu başka bir roman var mıdır? bilmiyorum. Okurken etrafınızda yıldızlar, tılsımlı sözcükler uçuşur…. Sıradan bir aşk hikayesi Melih Cevdet in Türkçe siyle sıradanlıktan çıkıp güzelleşir…. o kitabı okuyup bitirdiğimde insanın anadilini neden sevdiğini, kendini ifade etmesinin neden önemli olduğunu anladım …. Her insanın kendi anadili kendine güzeldir tabii, öyle olmalıdır. Çünkü insan kendini anadiliyle ifade edebiliyor, annesiyle, babasıyla, dostuyla ilişkisini diliyle kuruyor. Yaşamlarımızı kullandığımız dile göre inşa ederiz. Bu yüzden önemlidir konuştuğumuz dil … ne konuşursak, ne düşünürsek o oluruz sonunda…

Bir gün televizyonda tartışma programı izliyorum. Son derece hoş, alımlı bir bayan çok güzel bir Türkçe ile bir şeyler anlatıyor. “Bu yoksa o mu?” dedim kendi kendime,  Sophia Laurent kadar güzel bir bayan … Yanılmadım, Nilgün Cerrahoğlu … tam bir Cumhuriyet kadını, kendine güvenen, bilgili, güzel bir gülümseme… yıllardır yazılarını okumuşum, ilk kez kendisini ekranda görüyorum, müthiş tek taraflı buluşma …

Okuyun, okumak her ne kadar tek kişilik bir eylem olsa da çoğalırız belki eninde sonunda ….


20 Ekim 2010

OKUMADAN ADAM OLUNMAZ

Geçen hafta nerde okudum anımsamıyorum, yanılmıyorsam bir yabancı, Türkiye de güzel insanlar yetişiyor diyor  çok değerli bilim adamları, sanatçılar, ressamlar, öğretim üyeleri, hukukçular…. fakat ne yazık ki politikayla uğraşan insanlar eğitimi eksik, sanattan anlamayan, mimariden, güzellikten, insan haklarından, hukuktan, adaletten, özgürlükten, demokrasiden anlamayan yetersiz insanlar ….

Türklerin en büyük zaaflarından biri budur gerçekten…  Adamın tespiti son derece doğru. Uluslararası platformlarda çok değerli düşüncelere sahip Türk kadın ve erkekleriyle tanışıyorlar, Türk olduklarına inanamıyorlar.

Çünkü politik platformda tanıştıkları adamlarla ilgileri yok, politikacılar da Türk olduklarını söylüyorlar ama başka bir gezegenden geldiklerini sözlerinden, duruşlarından anlıyorlar. Kompleksli, bilgisi, görgüsü eksik insanlar bunlar, atasına, tarihine saygısı olmayan, karakteri olmayan, yeterli donanıma sahip olmayan, taşıdığı görevin bilincinde, sorumluluğunda olmayan insanlar… kendilerine faydası olabilir ama vatana, millete ne yazık ki faydası olmayan, donanımı eksik insanlar… Bu yüzden politik platformda konuşulan Türkçe beni hiç şaşırtmıyor ama canımı sıkıyor.

Kürşat Tüzmen, Kılıçdaroğlu na “biz adamı ana rahmine kadar kovalarız” demiş, yaparsınız tabi güç sizde, gün sizin gününüz, neden olmasın… siz isterseniz hepimizi anamızın rahmine götürürsünüz, savcılar, hakimler, her meslek grubundan insanları avlamışsınız ne isterseniz bir gecede yapıyorlar, emredin topumuzu götürsünler…

Bunların konuştukları dil hepimizi utandırıyor, oysa milletçe çok daha faydalı işler yapmalıyız. Eloğlu çalışıyor, tıpta, ulaşımda, iletişimde durmadan teknoloji üretiyor, biz satın almak durumundan kurtulmak, kendi teknolojimizi üretmek için neler yapmalıyız bunun üzerine düşünmeli, gerekeni yapmalıyız. Çocuklarımızın başı dik olsun diye el birliğiyle çalışmalıyız…

Dün akşam bir adam, sessiz sedasız elinde kamerasıyla dört kez gittiği Cannes dan dördüncü ödülünü alarak bizi onurlandırdı, adı Nuri Bilge Ceylan… bütün kalbimle alkışlıyorum. Dün sabah İskenderun dan Ankara ya yaptığım uzun yolculukta hayatı boyunca yaptığı röportajları bir kitapta toplayan Yaşar Kemal in kitabı bana eşlik etti, destansı Türkçesini özlemişim. İnsana kendi dilini sevdiren bu adamı okuyun, onun kitaplarını okumadan insan sevemezsiniz, onun kitaplarını okumadan  Anadolu yu sevemezsiniz, onun kitaplarını okumadan ölmemelisiniz.

Bana abartıyorsun diyebilirsiniz, abartmak istiyorum. Farkında değiliz ama  yüreğimizden insan sevgisini götürüyorlar, bu politik atmosfer hepimize zarar veriyor, hayatlarımızı karartıyorlar…  Bu ülkenin politikacıları da okumaya vakit buldukları zaman işler yoluna girecektir. Onların bu filmleri seyretmeye, bu kitapları okumaya vakitleri yok anlaşılan, bu yüzden sığ bir Türkçe konuşuyorlar, bizi utandıran bir dil kullanıyorlar. Oysa okumadan adam olunmaz.

Bu ülkeyi kuran, bu Cumhuriyeti kuran o güzel adam hayatı boyunca dört bin kitap okumuş, sadece nasihat etmemiş davranışlarıyla örnek olmuş, O na selam olsun ….

23 Mayıs 2011     


BİSİKLET VE MUTLULUK

Çoktandır bisiklete binmiyordum. Üç yıl önce bisikletten düşüp iki ayağımı kırdığım için cesaretimi kaybettiğimi sanıyordum, mümkün olduğunca uzak duruyordum. Neyse ki başımıza gelenleri unutuyoruz zamanla… özlemişim, ara ara binmeye başladım, hatta bu gün bana ait olmayan bir bisikletin kilidini açık görünce bahçede bir tur attım, kuşlar, yeşil çimenler, filizlenmiş söğüt ağaçları, ince patika, minik göl, bir masalın içindeymişim gibi hissettim…. Bundan sonra daha sık binerim herhalde, evrakları sepete koyar, rüzgarla yarışır gibi giderim artık…  
Bisiklete binmek ezelden beri mutlu eder beni… çocukluğumdan kalma bir keyif bu.… düşe kalka, yaralana berelene, çala çala öğrendiğim, ömrüm boyunca beni terk etmeyen bir tutku bu… kendimi en çocuk, en özgür hissettiğim anlar bisiklete bindiğim anlardır hala …  
Çocukken abimin bisikletini çalmıştım. Deli gibi sürüyorum bir köşeye geldim o hızla dönmem mümkün değil, kendimi bir pergelin ucunda gibi hissederim anımsadıkça…. Ok yaydan çıkmış köşeye girmiştim, geniş bir çember çizer gibi bisiklet yere yattı, dizim yere sürtündü, pantolonumun diz kısmı parçalandı, yaralandım, eve gidip gizlice yatağa girdim. Annem yemeğe çağırıyor ama gitmiyorum. Benim canım yemek istemiyor, aç değilim diyerek geçiştiriyorum. Geldi, üstümdeki örtüyü kaldırdı, dizimi gördü, o gün kimse yemek yemedi herhalde,  dizim kan ve toprak içindeydi … bir suç işlediğin belliydi, sen nasıl bir çocuksun, ne zaman büyüyeceksin…. bir dolu azar işittim …. Bir yandan temizledi, bir yandan sardı sarmaladı … bu mutluluk değil mi ?  
Çoktandır binmediğim için ekibin bisikletlerinin berbat bir halde olduğunu fark ettim. Ben üstündeyken her an parça parça dökülebilir, altımda dağılabilir hissi veriyorlar, direksiyon tir tir titriyor, her yerden gacır gucur sesleri geliyor… Yenilemeye karar verdim.  
TAI çarşısında çalışkan genç çocuklar var, gazete satıyorlar bir yandan da bisiklet tamir ediyorlar. Birinci bisikleti TAI yemekhanesinin duvarına yaslanmış buldum. Bizimkilerden biri buralarda herhalde diyip ellemedim ama öğleden sonra aynı yerde görünce götüreyim bari, dedim. Bindim hııııı pedallerde anormallik var, iki pedalin yönü aşağı doğru, kırılmış belli ki, tamirciye götürdüm …  “Tamir edelim,  yepyeni olsun” dedim.  Öyle yapmış, bir hafta sonra gidip aldığımda tanıyamadım, harika görünüyordu. Ofisin önüne bırakıp onu kullanacak arkadaşa mesaj attım, ”Bisikletin ofisin önünde” diye … her yere bisikletimle gideceğim, teşekkürler diye yanıtladı...
İkinci bisiklet, yıllardır Thales ofisin önünde park edilmiş, tekerleri patlamış kullanılmıyor, TAI nin bisikleti ama sahibi kim bilmiyoruz. Kilidini kırdık, onun da hem tamire hem de bir biniciye ihtiyacı var.… Bir kamyonetin arkasına atıp götürmek zorunda kaldım. Bir haftadır tamirdeydi, bu gün onu alabileceğimi söylediler, 40 lira karşılığında jilet gibi olmuş, vitesli değil ama sapasağlam.… Aynı şekilde arkadaşa mesaj attım “Bisikletin ofisin önünde” diye, arkadaş yerine gelince teşekkür mesajıyla yanıtladı.… kilidin bir yedeği bende kalacak …  
Yarın mavi bisikleti götüreceğim, üzerinden düştüğüm bisiklet, o da yenilensin bakalım….

19 Nisan 2011  


21 Aralık 2011 Çarşamba

İSKENDERUN

Doğduğum şehir, sokaklarında koştuğum , arkadaşlıklar edindiğim, bisikletler kaçırdığım, dizlerimi yaraladığım, okullarına gittiğim, palmiye sesleriyle uyandığım, yağmurunu sevdiğim şehir... annemin babamın dostların evlerinin olduğu şehir.... iskenderun ilk aşk gibi sevdası hiç bitmeyen yaşadıkça benimle her yere kokusuyla, sesleriyle gelen şehir...


İskenderun da şehir içinde bisikletle her yere gitmek mümkün.


Palmiyeler....


Yaşadıkları sürece iki dost gibi... İskenderun da rüzgarlı havada hışırtılarını dinlemeye doyum olmaz...


Bu da israil kayını, sık yapraklı yaz kış yeşil bir ağaç....


Yeğenler, kuzenler o şehri anlam verenler...


Kavuşmak ne güzel....


Denizciler ....


Canınız sıkıldığında , mutlu olduğunuzda, yorulduğunuzda, dinlenmek istediğinizde sahile gidersiniz, sahilde yürümek iyi gelir ....


Canım İskenderun ....


Akdeniz ....


Yıllar sonra bir dostla karşılaşma ....Cem Taşçı ve ailesi....mutluluk....


Merhaba Cem....


Seni bu kadar seviyorum .... akdeniz kadar....


Arkamızda Yarıkkaya , Sino cum sen nerdesin ? sevmiyorum gurbeti, kavuşmak daha güzel, her sabah uyanıp insanın sevdiklerini selamlaması daha güzel ... her gün yaşamı paylaşmak ne güzel....


Akşam yürüyüşü annecim , ablacımla beraber....


İskenderun da sofralar kalabalık olur, tek başınıza yemek yemeniz mümkün değildir ....


Minicik fıçıcık içi dolu turşucuk .... 


Sokaklarda pembe ve beyaz çiçekleriyle zakkumlar ....


Büyüyünce ne olacaksınız çocuklar ?


Begonvilli sokaklar caddeler ....


Muhteşem lezzetler, değişik kültürlerin oluşturduğu muhteşem damak tadları ....


Bereketli topraklar....


Akdeniz akşamları neden başka oluyor ?


Akdeniz....


Sofralar dostları bekliyor ....


Sabah akşam yürümek mümkün ....


Kumsal....


Lisem...


Öğrencier eve gidiyor....


Sınıfıma giden yol....


Öğretmenler yeni nesil sizin eseriniz olacaktır .


Okaliptuslar arasında basketbol sahamız ve tribün, arkadaşlar nerdesiniz ?


Kantine giden yol, aşıklar yolu derdik biz buraya ..... ilk aşk, ilk heyecan... pır pır hayat ....


Okaliptus, bataklıklara karşı ekilmiş ağaçlar , suyu çok güzel emen ağaçlarmış, bir zamanlar İskenderun un büyük bir bölümü bataklıkmış....


Benim sınıfım, benim sıram , 867 burda ....


Tahtamız... hep izinizdeyim Atam, uygarlık ateşini siz yaktınız bu ülkede, ben sizin izinizde olmaya tek başıma bile kalsam devam edeceğim ....


Üniversiteme giden kapı....


Bir şehri güzel yapan insanlarıysa İskenderun bu sebeple güzeldir...
Canım Deniz, arkadaşım, dostum, kardeşim, güzel insan....


Benim İskenderunum.... benim mavim, geldiğim yer ve hep gideceğim yersin....