21 Aralık 2011 Çarşamba

RÜYA

Hani şu yanı başımda çalışan işçiler var ya, nasıl koşturuyorlar sabah sabah …. Dört yıldır monte ettikleri uçağı bitirme telaşındalar…. Kanatları vinçle taşıyorlar, matkapla delikler açıyor birileri sonra vidaları sıkıyorlar…. arı gibi çalışıyorlar, yüzlerce mühendis biri gelip, biri gidiyor, var güçleriyle çalışıp bitiriyorlar uçağı… sonra hızlı bir test uçuşu…. Aaa… uçak küçük ama yüksek dağları aşabilecekmiş… Pilota, istediği yere götür demişler Muna yı… çok kahrını çekti bu uçağın …. Metal metali delerken kulakları ağrıdı, az işitiyormuş şimdi, başı ağrıdı günlerce, uçur da dinlensin, götür buralardan ….
Gerçekten mi?  Pilotu tanıyorum Aryo Haspirihatono, Endonezyalı… ne zor bir soyadı… çok çirkin, esmer mi esmer, küçük bir adam…. yeter ki gülsün, otuz iki dişi ortada, aydınlanıveriyor koyu kahve yüzü, ışıyor birden bire… bir insan yüzü bu kadar gülümseyebilir.  Söyle Madam Muna, nereye istersen götüreyim, diyor gülerek…  ama diyorum sen Türkçe konuşuyorsun, evet diyor …  Paris e, orada bir adam var, görebilir miyiz acaba?  sen yeter ki iste, diyor… atlıyoruz uçağa …
Uçak iki kişilik zaten, yanıma bir şey almadım, olur mu ki diyorum… korkma diyor bu senin rüyan, sen düşündükçe nesneleri göreceksin, ihtiyacın oldukça bulacaksın onları hemen yanında… rüyaymış, zira… kulaklıkları takıyoruz başımıza, kapılar kapanıyor, motor çalışıyor, hareket ediyoruz,  gidiyoruz havalanıyoruz…. Harika… insanlar el sallıyor bize, giderek kayboluyorlar, arabalar kibrit kutusu gibi, binalar  ufalıyor yükseldikçe, her şey noktaya dönüşüyor,  bulutlara yükseliyoruz… Endonezyalı pilot gülümsüyerek  hikayeler anlatıyor bana kendi dilinde, ben de anlıyormuşum … bulutlar pamuk gibi bembeyaz, mutluyum… az gidip uz gitmek, dere tepe düz gitmek bu olsa gerek... denizler aşıyoruz … Aşağıda İtalya var diyor pilot, bakıyorum, gerçekten çizme gibi…. Loredana uyuyor mu acaba?  kimbilir belki erken uyanmış, çiçeklerini suluyordur şimdi, belki çocuğu olmuş okula hazırlıyordur, neredesin Loredana ?
Aryo çok bilgili bir adam, bana ne hikayeler anlatıyor bazen aksanlı bir İngilizceyle, bazen Türkçeyle… ben anlar gibi başımı sallıyorum, o gülüyor, ben de gülüyorum. Yanında asık suratla durmak ne mümkün, gülmesi size geçiyor, sonunda geldik diyor, nereye istersen bırakayım ama ne pasaport ne gümrük var, diyorum, rüyalarda sınır yoktur, diyor… ne güzel… peki diyip açıyorum kitabımı, adresi okuyorum, önündeki onlarca düğmeden bir kaçıyla oynuyor ve birazdan ordayız diyor, ben sana atla dediğimde atla diyor. Komutu verince atlıyorum, bir bulut beni çatıya bırakıyor sanki, yumuşacık iniyorum.… kapı açık, yavaşça giriyorum içeri, küçük bir leğende çoraplarını yıkıyor, içerdeymiş. Geldin mi diyor sırtı bana dönük olduğu halde, bekliyormuş, iki elini tutup, sudan çıkarıyorum.… su damlaları yere damlıyor, tıp tıp ediyor… hadi gidin banyo yapın, ben size kahvaltı hazırlarım diyorum.
Küçük bir masa buluyorum,  Edirne peyniri, Trabzon ekmeği, gemlik zeytini, aklıma geldikçe ardımda buluyorum, ne güzel bir rüya… erik reçelini daha dün pişirmiştim… mis gibi bir koku yayılıyor odaya… tarçınlı çay, diyerek geliyor sofraya… gözleri ışıyor, kahvaltı ediyoruz beraber, duvarlarda resimler, her yerde yarım kalmış tuvaller, fırçalar, boyalar… onu mutlu görmek ne güzel… kahvaltıdan sonra aynı tablolarınızdaki gibi süslenip dışarı çıkalım, bütün kadınlarınız rujlu, en güzel elbiselerle sokaklarda geziyorlar ya, biz de gezelim diyorum. Sevincime ortak oluyor … ahhh daha genç olsaydım diyince bu bir rüya, daha gençsiniz artık, diyorum. Dişlerim diyor, aaa dişlerim … şaşırıyor onları sağlam ve güzel görünce…  güzelce giyinip çıkıyoruz sokağa kol kola geziyoruz sokakları, ne garip kimse para istemiyor diyor, rüyamda para yok diyorum, kimse para istemeyecek mi yani? seviniyor… kadınlar giyinip süslenmiş, çocuklar ellerinde balonlar, orkestra çalıyor her köşe başında …. Bu sizin düşlediğiniz dünya, bu sizin rüyanız, sizi seviyorum Fikret Mualla …. 

12 11 2010


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder